Romanlar
Cumhuriyet’in Şafağında: Çölde Sabah Oluyor! (Şükûfe Nihal Başar)
Şükûfe Nihal kitap olarak yayımlanan son romanı Çölde Sabah Oluyor!’da Cumhuriyet öncesinde ihmale uğramış ve ‘çöl’ hâline gelmiş Anadolu’nun Cumhuriyet’ten sonra üzerine güneşle aydınlık ve müreffeh bir yurda dönüşmesini anlatır. Roman, “Doğu ve Güneydoğu’yu Cumhuriyet öncesi ve sonrasıyla anlatmak suretiyle okuyucunun zihninde iki dönem arasında bir mukayese imkânı hazırlar. Cephede verilen ve kazanılan siyasî İstiklal Savaşı’ndan sonra sıra cephe gerisinde verilen sosyal savaşa gelmiştir” . Roman Bingöl’e bağlı Kiğı’nın köklü ailelerinden birine mensup Osman Hocagil ve onun küçük oğlu Adnan’ın hikâyesini anlatır. Domaniç Dağlarının Yolcusu’nda olduğu gibi, romanın başında baba-oğulun trajik hikâyesini öğrenen yazar Fahri Manas’ın hikâyenin kişilerine ulaşmak için yaptığı yolculuğun anlatıldığı giriş kısmı ve dördüncü bölümlerdeki aktüel zamanı dışında tümüyle Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında geçer. Söz konusu üç bölüm romanın asıl vakasını meydana getirir. Osman Hocagil’in hikâyesine de yer ayırmakla birlikte romanın asıl eksenini Adnan’ın maceraları oluşturur. Adnan’ın, Osmanlı’nın son günlerinden başlayıp tek parti dönemi boyunca anlatılan hikâyesiyle Anadolu’nun geçirdiği köklü değişim verilmek istenir. Birinci ve ikinci bölümler savaş şartları altındaki Anadolu’nun kan, gözyaşı, göçlerle perişan hâlini anlatırken üçüncü bölüm Cumhuriyet’in ilk yıllarını yansıtır. Dördüncü bölüm ise Anadolu’daki kalkınma hamlesinin dört bir yanda serpilen meyvelerini ortaya serer. Tren yolları, kompartımanlar, ekili tarlalar, dolgun başaklar, tarlalarda işleyen biçerdöverler, etrafta gezen ceylanlar bir zamanlar düşman işgali altında viraneye dönmüş Ceylanpınar’ın eski hâlini hayalde canlandırmaya izin vermez: “Yüzyıllardan beri verimsiz, insansız, ağaçsız korkunç çöl; bakınız, şimdi bir medeniyet alanı!” Genel yapısı bu şekilde kurulan romanın birinci bölümü, bir rutin içinde devam eden Hocagil ailesinin yaşamının gelen işgal haberi üzerine bir anda darmadağın olmasıyla açılır. Düşman, Erzurum ve Erzincan’ı geçerek Temran’a doğru ilerlemektedir. Köyün en bilge, ilim sahibi kişisi ve hocası olan Osman Hocagil yakın zaman içinde evlerinden, yurtlarından ayrı düşeceklerini anlayarak oğluna, “Henüz seni yetiştirecek zaman bulamadım. Sende çok ümidim vardı. Bu ümidim hakikat olamadan ben ölebilirim. Belki sen yaşarsın. Vatana, millete hayırlı ol!” 1071’de Alparslan’la Horasan’dan gelen alperen soydan olan Osman Hocagil için oğlu Adnan’ın eğitimi birinci önceliktir. Küçük yaşlarından başlayarak ahlaklı, örnek bir Müslüman olması için gerekli dini eğitimi vermiştir. Ancak Osman Hocagil’in asıl endişesi bozguna uğramış vatanın tekrar dirilmesidir: “Çocuğun yaşaması, yurdu kalkındıracak fikirlerini onun gerçekleştirmesi lâzım! Muhtemel bir felâketten hiç olmazsa o kurtulmalı!..”. Osman Hocagil bu kararla oğlunu Erzincan İdadisi’ne kaydettirir. Adnan bir yolcu kervanıyla Erzincan’a ulaştığında okulun kapalı olduğunu görür ve evine geri dönmek ister. Ancak, bu sırada Kiğı işgale uğradığı için babasının izini yitiren Adnan’ın ülkenin ağırlıklı olarak doğu illerini (ve Halep’i) kapsayacak uzun yolculuğu böylece başlamış olur. (DERGİPARK)
Halk Hikayesi, Hikaye, Destan
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Anlatılan Hikâye
Evliya Çelebi, Bingöl’ün adının kökenine ilişkin ilginç bir hikâye anlatır. Bir avcının vurduğu kuşun canlanıp göle dalmasıyla başlayan ve gölün bin parçaya bölünmesiyle sonuçlanan bu hikaye, bölgenin efsanevi atmosferini yansıtır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde şöyle hikâye etmiştir. “Bir avcı, bir kuş vurmuş. Onu gölde temizlerken, kuş canlanmış ve göle dalıp kaybolmuş. Gölün ab-ı hayat kaynağı olduğu meydana çıkmıştır. Bu sır meydana çıkınca Allah’ın emriyle bin parçaya bölünmüş ve hangisinin ab-ı hayat kaynağı olduğu bilinmez olmuş.4 Bu bin parçaya bölünen gölü görenler de “Hani nerede o bahsettiğin göl? Bu bir göl değil ki hezar göldür. Böylece o göllerin bulunduğu çevreye halk tarafından hezar (bin) göller denmiştir. Halk dilindeki bu anlam 1945 yılında Bingöl adı olarak düzenlenerek ile verilmiştir. (Bingöl Kent Haber, 2024)
Bir Efsane
ÖLÜMSÜZLÜĞE GİDEN YOL : BİNGÖL
Bingöl’de sıra dağlar, dağların üzerinde de büyüklü küçüklü sayısız krater gölleri var. Derler ki: Bir zamanlar, Bingöl dağlarında sefere çıkan bir bölük asker, içecek su bulamaz, karşıdan gelen ikinci bölüğe suları olup olmadığı sorarlar. Onlar da, karşıdaki dağın ardında bir göl gördüklerini, oradan su alabileceklerini söyler. Bölük, dağın tepesine ulaşınca, aşağıda bir değil, pek çok gölün bulunduğunu görerek, seslenirler: – Burada bir değil, bin göl var!… O günden sonra, bu dağlara “Bingöl” derler. Efsanelere göre, bu göllerden biri, insanı ölümsüzlüğe götüren “ab-ı hayat” yani “hayat suyu” dur. Ama bu hangi göldür, bilinmez. Yıllar yılı aranır, durur, bulunmaz. Bir zamanlar, bu dağlarda avlanan bir avcı, bir keklik avlar. Kanlı kekliği buradaki göllerden birinde yıkar, tüylerini yolar, torbasına atarak köyüne döner. Evine geldiği zaman torbayı açar, açmasıyla keklik “Pırrr.” Diye uçar, gider. O zamanla anlar ki kekliği yıkadığı göl, “ab-ı hayat” tır. Koşar dağlara. Şu göl senin, bu göl benim arar da arar, bir türlü bulamaz. O gün bugündür, ararlar da bulamazlar ‘b-ı hayat gölünü. Yılda bir kez “Hızır Peygamber” in, “‘b-ı hayat” gölünde yıkandığı, abdest tazelediği söylenir. Ama ne zaman, hangi gölde bunu kimse bilemez. Bilinmemesi için de, Tanrı bir değil, bin göl yaratmış burada, derler. Evliya Çelebi, gezileri sırasında, Bingöl’e de uğrar, bir çok gölleri, adlarıyla defterine yazar. Bu göllerden bazılarının suyunu içen hastaların iyileştiğini söyleyerek der ki: – İçlerinde Harem gölü dirler bir göl vardır. Burada yıkanan avretler semiz ve iri olurlar. Doğururken asla acı çekmezler. Er gölü vardır, şekerden lezizdir. Ballı göl vardır, sabah vakti kenarında kudret helvası bulunur. Salbaş gölü vardır, birkaç kere içenin başı sallanır. Kerkis gölü vardır, bu gölden bir adam içse, ak sakallı pîr olur. Şor gölünden yeter miktar su alınsa, yemeğe konsa, ‘l’ leziz olur. Bundan gayri göller, ab-ı hayat’tan nişan verir. Tatlı sular olup, esvap yıkanırken sabuna lüzum kalmaz. Amma, ‘b-ı hayat gölünü kimse bilmez… Köroğlu’nun da bir gün, yolunun buralara düştüğü, Kıratının bu sulardan içtiği söylenir. Hatta bir kez, Köroğlu, ‘b-ı hayat’ı bulmuş, tam içeceği sırada, bir fırtına kopmuş, göl coşmuş, köpürmüş; Köroğlu avuçladığı bir köpüğü ağzına götürmüş. Ondan sonra yiğitliği ölümsüz olmuş. Eğer sudan içseymiş, Hızır gibi o da ölümsüzlüğü ulaşacak, dünya durdukça yaşayacakmış, derler. Kırat’a gelince o bu dağlarda yaşarmış, ama kimse göremezmiş…
Bir Kelime
Aba: Yün dövülerek yapılan kaba, kalın bir tür kumaş
Bir Deyiş
Ev sahibinin hatırı olmasa köpeğini dövmek kolay o,